20 Kasım 2011 Pazar

ergenliğe dönüş

İngilizce’de “coming full circle” diye bir değim var. Dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmek olarak çevirebilinir. Nedense Türkçe’de tam karşılığına denk gelen bir deyim yok. Hayatta dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmek zaman kaybı mıdır, veya bir şeylerin hiç değişmediğinin göstergesi midir bilmiyorum ama arada böyle dönemler oluyor. Ben uzun zaman sonra kendimi ergenliğe dönerken buldum. Geçen gün annemle tartışırken bana 16 yaşındaymış gibi tepkiler verdiğimi söyledi. Hayatımın şu döneminde hala bir ergen gibi yaşadığımı kabul etmem gerekir sanırım. Yetişkin sayılabileceğim bir yaştayım ama hala ailemle yaşıyorum, ne geçim derdim var ne de aile kurma isteğim. Yaşıtlarım evlenmeye başlayınca çok şaşırıyorum çünkü o hayat biçimi bana çok uzak geliyor. Hazır dış görünüş itibariyle hala bir ergene benziyorken, zamanında yapmadığım pek çok şeyi yapabilirim diye düşünüyorum. Hala vaktim varken. Bu geçirdiğim süreç “ergenliğe dönüş” mü, yoksa “Peter Pan sendromu” mudur bilmiyorum.
Lisedeyken bir dönem bateri kursuna yazılmıştım ve severek çalmama rağmen Ö.S.S.’ye çalışmaya vakit ayırabilmek için bırakmak zorunda kaldım ve geri dönmedim. Daha doğrusu geri dönmemek için çeşitli bahaneler uydurup bunlara inandım. Geri dönmek uzun zamandır aklımdaydı ve en sonunda kursa yazıldım. Hep özenirdim müzikle uğraşan insanlara. Hayatımdaki az sayıdaki tutkulardan biridir müzik ve insanın gününden veya haftasından birkaç saatini buna ayırmasının süper bir şey olduğunu düşündüğüm için aynısını yapmaya karar verdim. Hiçbir zaman müzisyen olacağıma inanmıyorum, hatta sahneye çıkıp bir şey bile çalacağımı da düşünmüyorum. Bunu sadece kendim için yapmaya karar verdim.
Beni ergenliğime götüren bir diğer şey de, Desperately Seeking Susan filmini bir kere daha izlemek oldu. Film, Madonna’nın ilk başarılı filmi ve 1980’ler New York’unda geçiyor. Madonna o zamanki haline çok benzeyen özgür ruhlu, “nerede akşam orada sabah” yaşayan Susan isimli bir kadını canlandırıyor. Filmde giydiği kıyafetler o dönemki imajını birebir yansıtıyor. Susan gezip tozarken arada gazeteye verdiği ilanlar aracılığı ile sevdiği erkek ile mesajlaşır. Bu mesajlar, sıkıcı hayatından bunalan ev kadını Roberta (Patricia Arquette)’nın dikkatini çeker ve onların bir dahaki buluşmalarında takip eder. Susan’ın başını belaya sokması ve Roberta’nın geçici hafıza kaybına uğrayıp kendini Susan zannetmesi olayları karıştırır. Filmin konusu her ne kadar saçma gözükse de, aslında gayet eğlenceli ve filmdeki oyuncular da rollerine uymuşlar. Ne var ki benim filme olan hayranlığım, çekildiği döneme ve Madonna’nın o zamanki haline olan zaafım yüzünden. Filmin çekildiği mekanlar, kullanılan canlı renkler her izleyişimde “keşke ben de orada olsaydım” dedirtiyor. Madonna’nın filmdeki yuvarlak bavuluna ayrı bayılıyorum. Şimdilik benzerine rastlamadım.






Bunun ergenlikle ne alakası var şimdi onu açıklayayım. Ben, bu filmi DVD’de bulamadığım ve evimizde DVD player yerine video teyp olduğu zamanda (yani lisedeyken) cnbc-e’ye mail atıp bu filmi yayınlamalarını istemiştim. Dileğim gerçekleşti ve gelecek ay bu filmi yayınladılar. Ne var ki, hafta içi olduğu ve o dönem hafta içi televizyon izlemem yasak olduğu için ben de filmi video’ya kaydedip izlemiştim. Üstelik o alette ilk defa böyle bir şey denediğim için olup olmayacağını bile bilmiyordum. Sonunda kaydetmeyi başardım ancak filmin süresi, kasetin süresini geçince filmin sonunu kaçırmış oldum. O zamanki halim için bu büyük bir kayıptı çünkü filmi başka bir yerden bulmam mümkün değildi. Neyse ki cnbc-e’de gece tekrarları olduğu için ikinci bir şansım vardı ve ikinci de tutturmayı başardım. Görüntü kalitesi harika değildi ama sonuçta mutlu sona ulaşmıştım. Artık Madonna çok umurumda değil ama hala bir zaman makinesine binme şansım olsa, 1980’lerin New York’una gitmeyi tercih ederdim. Bir filmin peşine düşüp, onu izlediğinde havalara uçan halimi de şimdi gülümseyerek hatırlıyorum.
Bu yazıyı bitirirken de, rookie isimli, ergen kızlara (!) yönelik bir sitede bulduğum bir playlist’i paylaşmak isterim.
http://rookiemag.com/2011/11/do-wah-didd/
Rookie çok güzel bir site ve sevmek için ergen bir kız olmaya gerek yok. Her hafta temalı playlist’ler paylaşıyorlar ve bu seferkini 1960’ların kız grupları hakkında yapmışlar. Çok da güzel olmuş.
İyi dinlemeler...

15 Kasım 2011 Salı

şimdi biraz duralım..

Son zamanlarda hayatımda pek olumsuz şey olmadığı için midir bilmem, pek yazasım yoktu. Ama son bir haftada iki kere başıma gelen şey, buluştuğum iki arkadaşımın bana içini döküp ağlamaları oldu. Karşımda ağlayan birini görünce kendimi çok çaresiz hissediyorum. Bir tarafım gidip sarılmak istiyor, bir tarafım da kaskatı duruyor öylece. Son zamanlarda genel olarak durgunum ve pasif bir hayat yaşıyorum. Sadece tüketiyorum ve bu beni rahatsız ediyor. Ama bunu engelleycek bir şey de yapmıyorun. Belki iyice rahatsız olup bir gün patlayana kadar böyle gidecek. Bir gün “Yeter artık! Harekete geçiyorum” diyene kadar. Dibe vurmadan yukarı çıkmamak hesabı…
Konuya dönecek olursak bu iki arkadaşım bana sorunlarını açtıklarında hem onlarla empati kurabildim, hem de taşıdıkları duygusal yükün benimkinden ne kadar fazla olduğunu gördüm. “ Benim yaşadıklarım hiç kalır bunların yanında” diye düşündüm. Eğer bu insan benimkinden daha fazla olan bu yükü taşıyabilmiş, üstelik bunu yaparken şikayet etmemişse, ben de dayanabilirim diye düşündüm. Bazen ihtiyacım olan tek şey, bazı şeyleri hissederken yalnız olmadığımı bilmek. Bunu bildiğim zaman kendimi daha iyi hissediyorum. Çünkü çoğu kez, sorunlarımı kafamda büyütüp trajik hale getiriyorum. Çevremdeki insanların hiçbirinin ne çektiğini bilmeden, ya da sadece tahmin ediyorum. Elbette herkesin acı eşiği farklı. Herkesin dayanabileceği nokta aynı yerde değil

3 Kasım 2011 Perşembe

Geçenlerde bir arkadaşın evinde pineklerken televizyonda şu klip dönmeye başladı:


Kendimi okulun koridorunda yakışıklı bir erkek görmüş ergen bir kız gibi hissettim. Normalde yakışıklı erkek popçu'lardan hiç hazzetmem. Sanırım buna istisna sadece Mika olabilir, ki ona olan hayranlığım da kısa sürmüştü. Neyse konuyu dağıtmayayım. Kısacası, şarkı güzel, söyleyen de yakışıklı. Hemen kim olduğunu araştırdım ve benden genç olduğunu öğrendim. Sonra da şarkının cover olduğunu keşfettim.
İşte şarkının orjinali:


Ben ikisini de sevdim

24 Ekim 2011 Pazartesi

Bencillikten utanmak

Son zamanlarda ne kadar bencil bir insana dönüştüğümü farkettim. Bütün zamanımı kendi kendime dert yaratarak, yararlı şeyler yapmaktan kaçınarak geçiriyorum. Kimseye bir yararım yok, her şey kendi eksenimde dönüyor. Kendimi çok fazla ciddiye alıyorum. Eskiden kendimi, bencil olmayan ve verici bir insan olarak düşünürdüm ama farkettim ki son zamanlarda yanımdaki insanların sorunlarına karşı duyarsızlaşmaya başladım. Hadi madem bencilsin bari kendine bir yararın olsun değil mi? Kendine değer vermek veya sevmek anlamında bir bencillik değil benimki, dünyada sadece kendisinin sorunları olduğunu zannetmek.

Bana zahmet veren hiçbir şeyi yapmak istemiyorum. İşsizlikten şikayet ediyorum ama ne iş bakasım var, ne de iş bulmak için kendimi geliştirmeye çabalıyorum. Evden çıkıp insanlarla tanışmaya çekiniyorum, sonra da yanlızlıktan şikayet ediyorum.. İstediği şey olmayınca ağlayıp zırlayan üç yaşındaki şımarık bir çocuktan farkım kalmadı.

Kendimden uzaklaşıp biraz başka şeylerle ilgilenmek için yardım derneklerinde çalışmak aklıma geldi ama ne bunun için ne yeterli enerjim var, ne de o insanlara bir şey verebilecek durumda olduğuma inanıyorum. Zor durumdaki insanlara yardım etmek için önce pozitif ve enerjik olmak lazım. Çekinerek, sıkılarak yapılacak şeyler değil bunlar.
Bu konuları kimseyle konuşmak istemiyorum, çünkü bir insanın kendisiyle bu kadar ilgili olmasını utanç verici buluyorum. Onun yerine sorunumu kendi içimde halletmek en iyisi sanki. Bazı şeyler sır olarak kalmalı.

20 Ekim 2011 Perşembe

friend break-up

İnsan ilişkileri ne kadar karmaşık şeyler, tabi arkadaşlıklar da öyle. Çoğunlukla kendimize benzeyen ve iyi anlaştığımız kişilerle arkadaş oluruz ama bazen onlar büyür, sen geriden gelirsin ve aranız açılır. Ya da ilişki bitme noktasına gelir, ya artık iki taraf da ilişkiden zevk almıyordur ya da bir taraf diğerine kazık atar. Şahsen şu ana kadar neredeyse hiçbir arkadaşımdan kavga edip veya kazık yediğim için ilişkimi bitirmedim ( İlkokuldaki kompolsif yalancı arkadaşım Ayşe dışında.) Arkadaşlıkların bitiş sebebi zamanla ve kendiliğinden oldu, ya buluşunca eskisi kadar zevk almamaya başladım veya paylaşacak şeylerimiz azaldı. Bu çoğunlukla iki taraflı olduğu için bir şekilde koptuk. Kavga etmekten iyidir bence.
Ancak ya karşı taraf hala arkadaş olduğunu zanneder de, sen artık ilişkiyi devam ettirmek istemezsen ne olacak? O seni arayınca telefonu açsan bir türlü, açmasan bir türlü.. Görüşmek istese nereye kadar bahane uydurabilirsin?

Geçen gün bir arkadaşımla sırf tribe girmesin diye buluştum. Kendisi ile yurt dışında yüksek lisans yaparken tanışmıştık ve o zamanlar çok fazla yalnız kaldığım ve sorunlarla tek başıma boğuştuğum bir dönemimdeydim. Bana kucak açtı ve dostum oldu. Yok denecek kadar ortak noktamız olmasına rağmen çok yakın arkadaş olduk, her gün görüşüyorduk. Öyle ki, bizi yakından tanımayan çoğu kişi sevgili zannediyordu. Ancak onunla geçirdiğim uzun zaman ve uzun sohbetler sonunda ikimiz de Türkiye’ye döndükten sonra nedense aklımda hep negatif şeyler kalmıştı. Bana yaptığı negatif yorumlar veya benimle ilgili söyledikleri arasından benim katılmadığım tespitler nedense birden batmaya başladı. İlişkimizdeki “usta-çekirge” hiyerarşisi fazla sanki beni sıktı. İşin kötüsü, kendi fikirlerimden çok onun fikirlerini önemsediğim için, aklıma yatmayan bir yorumda bulununca, “ya doğruysa?” diye sinirim bozuluyordu. Sonra anladım neden olduğunu, biz eğer daha az görüşen insanlar olsaydık, benim hakkımda her konuda yorum yapmaya cesaret edemeyecekti. Ya da, ben onun fikirlerini bu kadar önemsemeyecektim, ilişkimiz sağlıklı bir mesafede, yara almadan devam edecekti. Ama uzun süre fazla yakınlıkta olduk ve onun da haddini aşan yorumları beni yaraladı. Tabi bunda, kendisinin yakın bir arkadaşı ile aramızı yapmaya çalışması ve bunu batırmasının da payı var. Ona kızgın olmamın sebebi bütün bu süreç boyunca, beni ayarlamaya çalıştığı kişinin duygularından emin olmadan beni gaza getirecek laflar etmesi.

Geçen gün görüştüğümüzde, konuşacak ne az şeyimizin kaldığını anladım. Zaten konuşmaların çoğunu da kendisi yaptı. Hep kendisinden, bahsetti. Yakında kendisine çok para getirecek bir iş bulduğundan, arkadaş çevresinin ne kadar geniş olduğundan bahsetti durdu. Daha geçen gün yurt dışında okuduğumuz okulun Türkiye mezunlarının olduğu bir buluşma toplantısına gitmiş. “Orada da tikiler vardı, tam senin Bağdat Caddesi kızları işte. Güya bize çaktırmadan kendi aralarında anlaşıp, bizimle yemeğe gelmek yerine Bebek’e gittiler. Ben de çok meraklıydım sanki onlarla takılmaya”. E be adam, gelmişsin neredeyse otuzbeş yaşına. Bir iki tane tiki kız seninle takılmak istemedi diye mi onlarla dalga geçiyorsun?
Yanlış anlşılmasın, bu insanın bir sürü iyi özelliği de var. Sanırım onunla arkadaş olurken en hoşuma giden özelliği, herkesle iletişim kurma ve arkadaş olma kapasitesiydi. Oturması, kalkması ve konuşmaları biraz kaba olsa da, içtendi. İnsanların yaşı kaç olursa olsun iletişim kurabiliyordu. Benimle, kimsenin ilgilenmediği kadar ilgilenip,zor zamanlarımda hep yanımda oldu. Ama işte, bazen yanımızdaki insan ihtiyacımız olan kişi olmayabiliyor. O zamanlarda da bazen beni teselli etmeye kalkarken yanlış sözler söylediği de oldu. Ama bu bana iyi bir ders oldu, çünkü artık karşımdakinin dediklerini öncelikle kendi süzgecimden geçirip, ona göre değerlendirmeye karar verdim.
İşte böyle, sanırım anlatmak istediklerim vardı ve içimi boşalttım. Onunla ilişkimi kesecek miyim? Hayır. Ama keşke artık o da arkadaşlığımızın eskisi gibi olamayacağını anlayabilse..

10 Ekim 2011 Pazartesi

Half Nelson üzerine..

… Budizm felsefesindeki en önemli kavramlardan biri “değişmeyen tek şey değişimdir” anlayışıdır. Bununla birlikte, yıllardır duyduğumuz “insan yedisinde ne ise, yetmişinde de odur” sözü de var. Bu konu üzerine çok düşündüm.
İnsanların kendileri istemedikleri sürece veya koşullar çok zorlamadığı sürece değişmeleri kolay değil. Hayatımızda pek çok kere, kendimizi “asla yapmam” dediğimiz şeyleri yaparken bulsak da, koşullar bizi yirmi sene önceki halimizden farklı bir şekle soksa da, aslında herkesin özü aynı kalır. Herkesin karakterinin belli bir şekli var ve bunun değişmesi de bir yere kadar mümkün. En azından belli bir yaştan sonrasında bu böyledir. On yaşındaki bir çocuk ile, elli yaşında bir adamın değişme ihtimalleri aynı değildir. Bir tanesi hayatının başında, değişime ve etkilenmeye en açık çağlardan birindedir.
Okuduğum yazıların birinde, çocukluk dönemi, insan hayatındaki önemi açısından ıslak bir çimentoya benzetiliyordu. O çimento kuruduktan sonra üzerindeki izler de katılaşır, şekil vermek zorlaşır. Ama daha zor, daha zahmetlidir. Bir betona şekil vermek için nasıl onu kırmak gerekirse, onun gibi. Ya da bazen tam tersi, değişmek için önce acı çekmek gerekir. O acı, canına tak ettirene kadar, “yeter” dedirtene kadar.. İşte o yeter dedirten an, zaten karar anı, değişimin başlangıcıdır. Aslında bir tür aydınlanmadır.




Half Nelson filmi de zaten değişim üzerine kurulu. Evet aynı zamanda, bir adamın hayatı, öğrencisi ile ilişkisi, o öğrencisinin hayatı üzerine de kurulu ama filmden bana kalan en önemli şey "değişmek veya değişmemek" sorusu oldu. Filmi sevmemin sebebi, her şeyin göründüğü gibi olmadığını, bazen en sefil durumdaki insanın, başka bir insan için kahraman olabileceğini çok güzel anlatması.
***SPOILER***

Film, pek çok Amerikan filminde yer alan "Eskiden kötü durumdaydı, sonra hayatına biri girdi ve tamamen düzeldi. Mutlu son" formülüne bağlı kalmıyor ama gerçekci olayım derken seyredenleri baymamayı başarıyor. Ryan Gosling ve ona eşlik eden genç yetenek Shareeka Epps'in harika oyunculuğunun da filmi katkısı büyük. Neden blmiyorum ama film bir şekilde bana umut verdi.

9 Ekim 2011 Pazar

Çok tuhaf ama sanırım az önce harika bir şeyi farkettim. Bir film nasıl analiz edilir konulu bir makale okuyordum. Makale örnek olarak Wizard of Oz'u (Oz Büyücüsü) analiz ediyordu. Bana sinemayı sevdiren bu filmdeki önemli sahneleri okurken, filmdeki açık veya gizli anlamları bir başkasının gözünden keşfederken, filmi neden sevdiğimi bir kere daha anladım. Film, her şeyden önce harika bir hikaye üzerine kurulu. Büyümek, evden uzaklaşmayı istemek, sorunlardan önce kaçmak ve sonra onlarla yüzleşmeyi öğrenmek, her şeyin sonucunda da sahip olduklarının değerini farketmek, istediğin şeylerin aslında hep senin içinde olduğunu keşfetmek üzerine bir şey anlatıyor. Filmi bu kadar değerli kılan şey sadece kıyafetler, oyunculuk, şarkılar değil, hikayenin zenginliği. Çünkü hayatın ta kendisi gibi.

Hayat da zorluklarla, mücadelelerle doludur ama içindeki ayrıntılar, tesadüfler, aşılması gereken sorunların hepsi bir araya gelince, ortaya müthiş bir hikaye çıkar. Hayatın bir gün bitecek olması da zaten onu en değerli yapan şey değil mi? Evet, çoğu zaman sorunlara odaklanmaktan olayın bütününü göremiyoruz ama hayatın asıl güzelliği inişlerde ve çıkışlarda bence. Acaba bu engeli aşabilecek miyim?, acaba istediğimi elde edebilecek miyim?,gibi dertler olmasa hayat sıkıcı olmayacak mıydı?

Kim, her şeyin iyi başlayıp daha da iyiye gittiği bir karakterin hayatını film olarak izlemek ister? Bir filmi eğlenceli yapan şey, hikayesinin sürükleyiciliği, içindeki inişler, çıkışlar, aynı zamanda imgeler ve sembollerin bir araya gelince oluşturdukları değil midir? Belki de sinemayı bu kadar harika yapan şey, hayatı kesip biçerek önümüzde sunması. Kısıtlı zamanda bize bir hikaye anlatması. İşte hayatın kendisi de film gibi.
Böyle düşününce, “ O bana şunu dedi, çok kızdım”, “Evin kirasını ödeyebilecek miyim?”, “ Bak hala evlenemedim” gibi şeylerin hiçbir önemi kalmıyor. Hepsi, sonu nasıl biterse bitsin muhteşem bir hikayenin parçası.

Not:

Bu yazdıklarım bir anlık gaza gelişin ürünüdür. Bir dahaki yazımın bu kadar pozitif olmayacağını garanti edebilirim.

1 Ekim 2011 Cumartesi

warpaint- composure

Yetenekli olduğunuz kadar, güzelsiniz de..
Özellikle de sen, Jenny Lee Lindberg


dalalım melankolinin dibine

Birini unutmak mı kötü, unutmak zorunda kalmak mı daha kötü?
Unutmak zorunda bırakılıp unutamamak..
Beklenmedik zamanlarda karşına onu hatırlatan şeyler çıkması.. Üstelik tam da "Ben iyiyim ya, artık onu düşünmüyorum eskisi gibi" derken.
İşte bu ikincisi, hayatın sana kötü bir şakası gibidir. Hatta kötü bir şakadan da öte, yarana bıçak sokulması gibi..

Beraberken bir şeyler paylaşıp mutlu olduğun insanlardan gün gelip ayrılmak veya onları unutmak zorunda kalmak bana çok trajik geliyor. İlişkinin türü değişse bile hayatımda kalmaya devam etsinler istiyorum. N’olucak sanki, biri gider diğeri gelir? I-ıh, öyle olmuyor işte çünkü herkesin yeri ayrı. Bak Before Sunset’teki Celine ne demiş?

Hislerimi özetleyen bir başka şey:


Şimdilik bu kadar yeter, üstüne başka bir şey eklemeye gerek yok

30 Eylül 2011 Cuma

bak ne buldum

Yine bir müzik arası veriyorum
Bu grup hem yeni, hem deneysel hip hop yapıyorlar, hem de medyada yer almayı sevmiyorlar. Altın madeni keşfettim sanki..


YTGVB: Shabazz Palaces "The King's New Clothes Were Made By His Own Hands" from Yours Truly on Vimeo.

ne yapsam bilemedim..

Ne ilginçtir ki, hayatımdaki her olay, her ilişki ve her etkileşimden çıkardığım sonuçlar, kendimi en kötü hissettirecek ve en olumsuz sonuçlar oluyor. Kim ne derse desin, yorumlarım hep ''ben yeterince iyi değilim, bak yine benim yüzümden olmadı, yine beni kimse sevmedi'' şeklinde oluyor. Çok iç açıcı değil mi?

Evet, itiraf ediyorum: Sevdiğim herkes beni de sevsin istiyorum. Bir tanesi bile yeterince sevmezse kendimi kötü hissediyorum. Neden bunu bu kadar önemsediğimi bilmiyorum. Psikologumla konuşurken bana, hep sevilme isteğinin ve olumsuz bir şey olduğunda hemen üstüne alınma psikolojisinin, çocuklarda görüldüğünden bahsetmişti. Aynı şekilde, karşımdakinden istediğim tepki veya cevabı alamayınca hep bunun sonucunda bende bir sorun olduğuna inanıyorum. Aslına çok benmerkezci bir düşünce tarzı bu. Kendini dünyanın merkezine koyup başkalarının da dertleri olduğunu unutmaya sebep oluyor.

Geçen gün, üç sene boyunca görmediğim bir insanla karşılaştım. Kendisi ile oturup sohbet ederken bana hayatında önemsediği sadece iki insan olduğunu söyledi. Bu iki insan dışında kim ne yaparsa yapsın, ne derse desin ona koymayacağını söyledi. Keşke ben de böyle bir insan olsaydım diye düşünmedim değil.

Tamam hassas ve duygusal olmak da bir yere kadar güzel. Bir şeylere değer vermek, birilerine değer vermek ve o değeri karşındakinden görmek çok güzel şeyler. Ama ne yazık ki artık kimse hiçbir şeye değer vermiyor. Belki çok nihilist bir kuşak olmamızdan geliyor. Hoş, ben kendimi, kendi kuşağıma dahil hissetmiyorum. Fazla yüzeysel buluyorum. İnsan ilişkilerinin de, bu kuşaktaki insanlar için hep oyun üstüne kurulu olduğunu hissediyorum. Karşılıksız iyilik diye bir kavram yok.
Bir şekilde, çok doyumsuz, amaçsız ve hiçbir şeyi sallmayan insanlar var çevremde.

Ne yalan söyleyeyim, bazen ben de kendimi doyumsuz hissediyorum. Ne olursa olsun "şu da olsaydı daha iyi olurdu" diye çalışıyor kafam. Bunun ne kadar yanlış, yaptığımın ne kadar nanakörce olduğunun farkındayım ama işte alışmışım böyle düşünmeye.
Bu düşünceden nasıl sıyrılabilirim bilmiyorum ama, geçen sene elime bir kitap geçti "Şimdinin Gücü" diye. Eckhart Tolle'nin bir kitabı. Kişisel gelişim kitabı ama o saçma ve palavra dolu kitaplardan değil. Mutluluğun dış faktörlerden değil, içten geldiğini savunan, gelecek ve geçmiş kaygısından kurtulup ana odaklı yaşamak üstüne kurulu bir kitap. Okurken çoğu zaman " A evet, ben de hep bunu yapıyorum demek ki sebebi buymuş " dediğim çok oldu. Gerçketen güzel bir kitap ama bazen felsefesini uygularken zorlanabiliyorum. Bilmiyorum, yine de tavsiye ediyorum sanırım. Okumakta fayda var..

25 Eylül 2011 Pazar

Oturmaya mı geldik?

Blog'umun temasının hep olumsuz şeyler çevresinde döndüğünü farkettim ve durumu kurtarmak için iki şarkı paylaşıyorum. Biri çok sevdiğim bir şarkı ve diğeri de onun bu gece keşfettiğim cover versiyonu. İkisi de ayrı güzel.
Umarım bunu birileri izler ve danseder





Bir şarkı, iki anı

Daha küçük bir çocukken bile dinlediğim aşk şarkılarından ne kadar etkilendiğimi hatırlıyorum. Odamdaki kasetçalarda Sezen Aksu’nun “Git” şarkısını dinlerken “ ..ayrılığa daha hiç hazır değilim. Aramızda yaşanacak yarım kalan bir şeyler var.  Gitme dur daha şimdiden deliler gibi özledim!” derkenki haykırışında nasıl hissettiğimi hatırlıyorum. Daha ilkokula giden bir çocuk için fazla etkilenmiş olabilirim.
Aynı şekilde, İlhan İrem’in “Anlasana” şarkısını her dinleyişimde ağlamaklı olurum, yıllardır değişmedi. O şarkıyı ilk dinlerken nerede olduğumu hatırlamasam da onunla ilgili iki tane anım var. Baştan uyarayım, iki anıda da aşk acısı var, ama detaylara girmeyeceğim. Birincisi, 2007 yazında ve içinde karşılıksız bir aşk hikayesi olan bir anı. Hikaye karşılıksız aşk yaşayan baş kahraman kız ve kendisine, ondan hoşlandığını söyleyip sonra da piçlik yapan erkeğin hikayesidir. Berlin’de geçen tarafları da vardır. Ancak benim anlatacağım kısım, Berlin dönüşünde olanlarla ilgili. Hikayedeki enayi kız (ben), Berlin gezisi dönüşü babam ve kardeşim tarafından havaalanında karşlılanırım. Arabaya biner ve evin yolunu tutarız. Güya güzel geçen bir gezi dönüşü, mahkeme duvarı gibi bir suratla dönmeme nasıl tepki verdiler hatırlamıyorum bile. Ama bana, “nasıl geçti” diye sorduklarında verdiğim, hiç de inandırıcı olmayan “iyi” cevabından sonra daha fazla soru sormadılar.
Arabada giderken bana “Sana kötü bir haberimiz var” demezler mi? Zaten mutsuzum, bir tane daha kötü haberi çekecek durumda değildim. “Ne oldu? Sarı’yla mı ilgili?” deyiverdim. Bilenler bilir, Sarı benim  on iki yıllık kedimdi. Beraber geçirdiğimiz on iki yıl boyunca da, çekirdek ailemizin beşinci ferdiydi. Bu olay olduğunda kendisi hala hayattaydı ve babamla kardeşimin anlattığına göre, onlar yokken balkondan atlamış veya düşmüş olmalıydı. Bunu duyar duymaz hıçkırarak ağlamaya başladım. Hayatımda bu kadar hızlı ağlamaya başladığımı hatırlamıyorum. Normalde, ağlamaya başladığımda önce gözlerim dolar, boğazıma giren bir yumruk ve birkaç hıçkırıktan sonra kesilir. Yeterince üzgünsem kesilmez, ve hıçkırık, göz yaşı ikilisi tam gaz devam eder. Ama bu sefer üçüncü aşamadan başlamıştım ağlamaya.
Bu olaydan sonra, birkaç gün ölü gibi ortalıkta dolaştım. Depresyon beni etkisiz hale getirmişti. İlhan İrem’den Anlasana’yı dinleyip bol, bol ağladığımı hatırlıyorum. Bir hafta geçmeden Sarı ortaya çıktı. Bir akşam evde oturuken apartmanın kapıcısı Cemal kapıyı çaldı ve annem kapıyı açtı. Sonrasında annem ve kardeşimin beraber bahçeye indiklerini hatırlıyorum. Aklıma hemen Sarı ile ilgli olabileceği ihtimali geldi, ama heyecanlanamadım bile. Sonrasında hatırladığım, annemin elindeki batteniyenin içinde Sarı ile eve geldiği. Sarı hem zayıflamış, hem de kirlenmişti. Babamın şok geçirdiğini, sanki Sarı ölmüş de dirilmiş gibi tepki verdiğini hatırlıyorum. Bense, adam gibi sevinemediğimi bile farkedince, içinde bulunduğum durumun ciddiyetini kavradığımı hatırlıyorum. Yanlış anlaşılmasın, sürekli depresyona girip çıkan biri değilim, sanırım bu depresyonun sebebi daha çok şımarıklıktı. “Neden benim sevdiğim erkek beni sevmiyor?” şımarıklığı. Birinci dünya ülkesi sorunu gibi bir şey. Ama işte insanın güveni bu kadar zayıf olunca karşılıksız sevgi, terkedilme, başkasının sana tercih edilmesi dünyanın en kötü şeyi gibi geliyor. Zaten, o  kişinin bütün bunlara değmediğini, altı ay kadar sonra yaptığımız bir konuşmada anladım. Neyse, bunlara daha fazla girmeden ikinci hikayeye geçeceğim.
İlhan İrem ile ikinci aşk acısı kesişmesi ise, bir ay kadar önce bir takside oldu. Deniz ve sevgilisi Harun sabah saat 4’te Taksim’de geçirdiğimiz bir gecenin ardından kendimizi, Odakule’de bulduğumuz bir taksinin içine attık. Gece boyu beş farklı içki içtiğim için o kadar sarhoştum ki, o gece ile ilgili anılarım biraz bölük pörçük olabilir. Taksiye biner binmez, koltukta bağdaş kurarak oturacak kadar rahattım. Tam o sırada takside İlhan İrem çaldığını farkettim. Tam bunu Deniz'e söyleyip duygulanmaya başlayacaktım ki, Deniz’in dediği bir söz beni kendime getirdi: “ İçinde, “sazlıklardan havalanan ördek gibi sesin” lafı geçen bir şarkıda mı duygulanıyorsun?”. Dediğinin doğru olduğunu anlayınca büyü bozuldu, gülmeye başladım. Kendimi duygusal şarkılara verip üzülmenin sırası değildi. Zaten prensibimdir, birinden hoşlanırken veya aşk acısı çekerken aşk şarkıları dinlemem. Daha da gaza getirmesin diye. İşe yaradığından çok şüheliyim ama en azından yarama tuz basmış olmuyorum. O gece eve dönüşte bu cep telefonumu elime alıp, beni en son aradığı gün ve saate bakmama engel olmadı tabi. Bir an düşündüm onu arasam mı diye. Sarhoşluğuma sığınıp onu özlediğimi söylesem ertesi gün yırtar mıydım? Bazen ne kadar sarhoş olursan ol, bazı korkular (rezil olma korkusu) gitmiyor. Bu bazen çok güzel bir şey de olabilir.
Bugün Haruki Murakami’nin bir kitabında ( what I talk about when I talk about running ) güzel birkaç cümleye rastladım. Çevirisini yapmaya çalıştım ama türkçeye çevirince, ingilizcedeki anlamı bozuldu. O yüzden olduğu gibi buraya yazıyorum:
Pain is inevitable. Suffering is optional. Say you’re running and you start to think ’Man this hurts, I can’t take it anymore’. The hurt part is an unavoidable reality, but whether or not you can stand any more is up to the runner himself
Bu da bana, ve okuyan herkese hatırlatma olsun

24 Eylül 2011 Cumartesi

Mutsuzluğun faydaları

Yeni biten bir ilişkinin üzerinde kafa yoruyordum.  Acaba ben nerede yanlış yaptım?, şunu demeseydim belki bugün hala birlikte olurmuyduk?  gibi soruların kafamda dönüp durduğu bir dönemdi. Her konuda kılı kırk yararak hareket eden benim gibi bir insanın bir ilişki bitiminde,  sanki hiçbir şey olmamış gibi devam etmesi garip olurdu zaten. Üstelik, Keşke bu kadar hislerimi belli etmeseydim, keşke bu kadar önemsemeseydim lişkiyi, o zaman bu kadar acı çekiyor olmazdım diye kendime kızıyordum.
Ne var ki, bugün Mert ile buluştuğumda, bana bu düşüncelerimin yanlış olduğunu söyledi. “ Neden hep şöyle olmalıyım, böyle olmalıyım diyorsun? Acı çekmemem lazım diyorsun ama bence bu doğru bir bakış değil, hayattaki nihayi amaç hep mutlu olmak olmamalı”
“ Ne olmalı o zaman?”
“ İnsanların mutluluktan öte bir takım değerleri olmalı. Bazen bir amaca ulaşman için acı çekmen gerekebilir. Bunda bir sakınca yok. Sürekli mutlu olmanın ne değeri var? Düşünsene, herkes bir gün öleceğinin farkında ve bu bile, hayatın kötü bir haber, bir mutsuzluk üzerine kurulu olması demek. Eğer sonsuza kadar yaşayacak olsaydık, her gün mutlu olmanın bir anlamı kalmayacaktı. Geçenlerde bir yerde, şöyle bir şey okudum:  Her mutsuzluğun içinde bile bir mutluluk gizlidir. Bir filme gönderme yapıyordu”
“ Hangi film olduğunu hatırlıyor musun?”
“ Yok, yok film değildi. Susan Sontag’ın bir kitabıydı sanırım. Kitapta, ölümsüz bir karakterden bahsediyordu. Hatırlarsam adını, sana yollarım”
Aramızdaki diyalog aşağı yukarı böyle bir şeydi. Bu şekilde konuşurken dedikleri  bir şekilde bende iz bıraktı ve onunla yaptığımız bu konuşmadan sonra sanki kendimle barıştım. Acı çekiyor olmam sorun olmamaya başladı. Zamanında Filiz’in dediği bir şey de beni böyle etkilemişti. Yine mutsuz olduğum bir dönemde bana, “hiçbir şey hissedememek asıl trajedidir” demişti. Oysa üzülürken insanın aklına gelen ilk şey “şu acıdan nasıl kurtulutum, bir şey yapayım da geçsin şu his” değil midir? Neredeyse fiziksel acıya dönüşecek kadar keskindir, ama o anda kimsenin aklına gelmez ki, kurtulmaya çalıştığın şu hissin içinde, derinde bir yerlerde aslında seni büyütecek ve seni olgun kılacak şey saklıdır. Sanırım o gün, ve ondan sonrasında karşıma çıkan şeylerde şunu öğrendim: İnsanın gücünü, biraz da olumsuzluklar karşısındaki tavrı belirler. Eninde sonunda başına gelen her bela, her sorun, her acı ve hayalkırıklığı sana bir şey öğretir. Ama bunu öğrenmen için o acıyı yaşaman ve kaçmaman gerekir. Bu hayatın derslerinden biri: Eğer engelin üstünden geçersen, daha da güçlenmiş olarak devam edersin. Ama engelden geçemeyip, bir türlü ayağa kalkıp savaşamazsan da ( ki bu da bazen sadece irade gerektirir) işte o zaman zayıf kalırsın. Bazen sadece zayıf olmak birçok sorunun kaynağıdır.  Bilmiyorum, çok mu bilmişlik taslamış oluyorum bunları yazarak, ama son zamanlarda üstüne çok düşündüğüm bir konu ve hedonizme özendiren bir dünyada yaşadığımızı hatırlarsak, bence bu konu üzerinde düşünmeye değer.