20 Kasım 2011 Pazar

ergenliğe dönüş

İngilizce’de “coming full circle” diye bir değim var. Dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmek olarak çevirebilinir. Nedense Türkçe’de tam karşılığına denk gelen bir deyim yok. Hayatta dönüp dolaşıp aynı noktaya gelmek zaman kaybı mıdır, veya bir şeylerin hiç değişmediğinin göstergesi midir bilmiyorum ama arada böyle dönemler oluyor. Ben uzun zaman sonra kendimi ergenliğe dönerken buldum. Geçen gün annemle tartışırken bana 16 yaşındaymış gibi tepkiler verdiğimi söyledi. Hayatımın şu döneminde hala bir ergen gibi yaşadığımı kabul etmem gerekir sanırım. Yetişkin sayılabileceğim bir yaştayım ama hala ailemle yaşıyorum, ne geçim derdim var ne de aile kurma isteğim. Yaşıtlarım evlenmeye başlayınca çok şaşırıyorum çünkü o hayat biçimi bana çok uzak geliyor. Hazır dış görünüş itibariyle hala bir ergene benziyorken, zamanında yapmadığım pek çok şeyi yapabilirim diye düşünüyorum. Hala vaktim varken. Bu geçirdiğim süreç “ergenliğe dönüş” mü, yoksa “Peter Pan sendromu” mudur bilmiyorum.
Lisedeyken bir dönem bateri kursuna yazılmıştım ve severek çalmama rağmen Ö.S.S.’ye çalışmaya vakit ayırabilmek için bırakmak zorunda kaldım ve geri dönmedim. Daha doğrusu geri dönmemek için çeşitli bahaneler uydurup bunlara inandım. Geri dönmek uzun zamandır aklımdaydı ve en sonunda kursa yazıldım. Hep özenirdim müzikle uğraşan insanlara. Hayatımdaki az sayıdaki tutkulardan biridir müzik ve insanın gününden veya haftasından birkaç saatini buna ayırmasının süper bir şey olduğunu düşündüğüm için aynısını yapmaya karar verdim. Hiçbir zaman müzisyen olacağıma inanmıyorum, hatta sahneye çıkıp bir şey bile çalacağımı da düşünmüyorum. Bunu sadece kendim için yapmaya karar verdim.
Beni ergenliğime götüren bir diğer şey de, Desperately Seeking Susan filmini bir kere daha izlemek oldu. Film, Madonna’nın ilk başarılı filmi ve 1980’ler New York’unda geçiyor. Madonna o zamanki haline çok benzeyen özgür ruhlu, “nerede akşam orada sabah” yaşayan Susan isimli bir kadını canlandırıyor. Filmde giydiği kıyafetler o dönemki imajını birebir yansıtıyor. Susan gezip tozarken arada gazeteye verdiği ilanlar aracılığı ile sevdiği erkek ile mesajlaşır. Bu mesajlar, sıkıcı hayatından bunalan ev kadını Roberta (Patricia Arquette)’nın dikkatini çeker ve onların bir dahaki buluşmalarında takip eder. Susan’ın başını belaya sokması ve Roberta’nın geçici hafıza kaybına uğrayıp kendini Susan zannetmesi olayları karıştırır. Filmin konusu her ne kadar saçma gözükse de, aslında gayet eğlenceli ve filmdeki oyuncular da rollerine uymuşlar. Ne var ki benim filme olan hayranlığım, çekildiği döneme ve Madonna’nın o zamanki haline olan zaafım yüzünden. Filmin çekildiği mekanlar, kullanılan canlı renkler her izleyişimde “keşke ben de orada olsaydım” dedirtiyor. Madonna’nın filmdeki yuvarlak bavuluna ayrı bayılıyorum. Şimdilik benzerine rastlamadım.






Bunun ergenlikle ne alakası var şimdi onu açıklayayım. Ben, bu filmi DVD’de bulamadığım ve evimizde DVD player yerine video teyp olduğu zamanda (yani lisedeyken) cnbc-e’ye mail atıp bu filmi yayınlamalarını istemiştim. Dileğim gerçekleşti ve gelecek ay bu filmi yayınladılar. Ne var ki, hafta içi olduğu ve o dönem hafta içi televizyon izlemem yasak olduğu için ben de filmi video’ya kaydedip izlemiştim. Üstelik o alette ilk defa böyle bir şey denediğim için olup olmayacağını bile bilmiyordum. Sonunda kaydetmeyi başardım ancak filmin süresi, kasetin süresini geçince filmin sonunu kaçırmış oldum. O zamanki halim için bu büyük bir kayıptı çünkü filmi başka bir yerden bulmam mümkün değildi. Neyse ki cnbc-e’de gece tekrarları olduğu için ikinci bir şansım vardı ve ikinci de tutturmayı başardım. Görüntü kalitesi harika değildi ama sonuçta mutlu sona ulaşmıştım. Artık Madonna çok umurumda değil ama hala bir zaman makinesine binme şansım olsa, 1980’lerin New York’una gitmeyi tercih ederdim. Bir filmin peşine düşüp, onu izlediğinde havalara uçan halimi de şimdi gülümseyerek hatırlıyorum.
Bu yazıyı bitirirken de, rookie isimli, ergen kızlara (!) yönelik bir sitede bulduğum bir playlist’i paylaşmak isterim.
http://rookiemag.com/2011/11/do-wah-didd/
Rookie çok güzel bir site ve sevmek için ergen bir kız olmaya gerek yok. Her hafta temalı playlist’ler paylaşıyorlar ve bu seferkini 1960’ların kız grupları hakkında yapmışlar. Çok da güzel olmuş.
İyi dinlemeler...

15 Kasım 2011 Salı

şimdi biraz duralım..

Son zamanlarda hayatımda pek olumsuz şey olmadığı için midir bilmem, pek yazasım yoktu. Ama son bir haftada iki kere başıma gelen şey, buluştuğum iki arkadaşımın bana içini döküp ağlamaları oldu. Karşımda ağlayan birini görünce kendimi çok çaresiz hissediyorum. Bir tarafım gidip sarılmak istiyor, bir tarafım da kaskatı duruyor öylece. Son zamanlarda genel olarak durgunum ve pasif bir hayat yaşıyorum. Sadece tüketiyorum ve bu beni rahatsız ediyor. Ama bunu engelleycek bir şey de yapmıyorun. Belki iyice rahatsız olup bir gün patlayana kadar böyle gidecek. Bir gün “Yeter artık! Harekete geçiyorum” diyene kadar. Dibe vurmadan yukarı çıkmamak hesabı…
Konuya dönecek olursak bu iki arkadaşım bana sorunlarını açtıklarında hem onlarla empati kurabildim, hem de taşıdıkları duygusal yükün benimkinden ne kadar fazla olduğunu gördüm. “ Benim yaşadıklarım hiç kalır bunların yanında” diye düşündüm. Eğer bu insan benimkinden daha fazla olan bu yükü taşıyabilmiş, üstelik bunu yaparken şikayet etmemişse, ben de dayanabilirim diye düşündüm. Bazen ihtiyacım olan tek şey, bazı şeyleri hissederken yalnız olmadığımı bilmek. Bunu bildiğim zaman kendimi daha iyi hissediyorum. Çünkü çoğu kez, sorunlarımı kafamda büyütüp trajik hale getiriyorum. Çevremdeki insanların hiçbirinin ne çektiğini bilmeden, ya da sadece tahmin ediyorum. Elbette herkesin acı eşiği farklı. Herkesin dayanabileceği nokta aynı yerde değil

3 Kasım 2011 Perşembe

Geçenlerde bir arkadaşın evinde pineklerken televizyonda şu klip dönmeye başladı:


Kendimi okulun koridorunda yakışıklı bir erkek görmüş ergen bir kız gibi hissettim. Normalde yakışıklı erkek popçu'lardan hiç hazzetmem. Sanırım buna istisna sadece Mika olabilir, ki ona olan hayranlığım da kısa sürmüştü. Neyse konuyu dağıtmayayım. Kısacası, şarkı güzel, söyleyen de yakışıklı. Hemen kim olduğunu araştırdım ve benden genç olduğunu öğrendim. Sonra da şarkının cover olduğunu keşfettim.
İşte şarkının orjinali:


Ben ikisini de sevdim

24 Ekim 2011 Pazartesi

Bencillikten utanmak

Son zamanlarda ne kadar bencil bir insana dönüştüğümü farkettim. Bütün zamanımı kendi kendime dert yaratarak, yararlı şeyler yapmaktan kaçınarak geçiriyorum. Kimseye bir yararım yok, her şey kendi eksenimde dönüyor. Kendimi çok fazla ciddiye alıyorum. Eskiden kendimi, bencil olmayan ve verici bir insan olarak düşünürdüm ama farkettim ki son zamanlarda yanımdaki insanların sorunlarına karşı duyarsızlaşmaya başladım. Hadi madem bencilsin bari kendine bir yararın olsun değil mi? Kendine değer vermek veya sevmek anlamında bir bencillik değil benimki, dünyada sadece kendisinin sorunları olduğunu zannetmek.

Bana zahmet veren hiçbir şeyi yapmak istemiyorum. İşsizlikten şikayet ediyorum ama ne iş bakasım var, ne de iş bulmak için kendimi geliştirmeye çabalıyorum. Evden çıkıp insanlarla tanışmaya çekiniyorum, sonra da yanlızlıktan şikayet ediyorum.. İstediği şey olmayınca ağlayıp zırlayan üç yaşındaki şımarık bir çocuktan farkım kalmadı.

Kendimden uzaklaşıp biraz başka şeylerle ilgilenmek için yardım derneklerinde çalışmak aklıma geldi ama ne bunun için ne yeterli enerjim var, ne de o insanlara bir şey verebilecek durumda olduğuma inanıyorum. Zor durumdaki insanlara yardım etmek için önce pozitif ve enerjik olmak lazım. Çekinerek, sıkılarak yapılacak şeyler değil bunlar.
Bu konuları kimseyle konuşmak istemiyorum, çünkü bir insanın kendisiyle bu kadar ilgili olmasını utanç verici buluyorum. Onun yerine sorunumu kendi içimde halletmek en iyisi sanki. Bazı şeyler sır olarak kalmalı.

20 Ekim 2011 Perşembe

friend break-up

İnsan ilişkileri ne kadar karmaşık şeyler, tabi arkadaşlıklar da öyle. Çoğunlukla kendimize benzeyen ve iyi anlaştığımız kişilerle arkadaş oluruz ama bazen onlar büyür, sen geriden gelirsin ve aranız açılır. Ya da ilişki bitme noktasına gelir, ya artık iki taraf da ilişkiden zevk almıyordur ya da bir taraf diğerine kazık atar. Şahsen şu ana kadar neredeyse hiçbir arkadaşımdan kavga edip veya kazık yediğim için ilişkimi bitirmedim ( İlkokuldaki kompolsif yalancı arkadaşım Ayşe dışında.) Arkadaşlıkların bitiş sebebi zamanla ve kendiliğinden oldu, ya buluşunca eskisi kadar zevk almamaya başladım veya paylaşacak şeylerimiz azaldı. Bu çoğunlukla iki taraflı olduğu için bir şekilde koptuk. Kavga etmekten iyidir bence.
Ancak ya karşı taraf hala arkadaş olduğunu zanneder de, sen artık ilişkiyi devam ettirmek istemezsen ne olacak? O seni arayınca telefonu açsan bir türlü, açmasan bir türlü.. Görüşmek istese nereye kadar bahane uydurabilirsin?

Geçen gün bir arkadaşımla sırf tribe girmesin diye buluştum. Kendisi ile yurt dışında yüksek lisans yaparken tanışmıştık ve o zamanlar çok fazla yalnız kaldığım ve sorunlarla tek başıma boğuştuğum bir dönemimdeydim. Bana kucak açtı ve dostum oldu. Yok denecek kadar ortak noktamız olmasına rağmen çok yakın arkadaş olduk, her gün görüşüyorduk. Öyle ki, bizi yakından tanımayan çoğu kişi sevgili zannediyordu. Ancak onunla geçirdiğim uzun zaman ve uzun sohbetler sonunda ikimiz de Türkiye’ye döndükten sonra nedense aklımda hep negatif şeyler kalmıştı. Bana yaptığı negatif yorumlar veya benimle ilgili söyledikleri arasından benim katılmadığım tespitler nedense birden batmaya başladı. İlişkimizdeki “usta-çekirge” hiyerarşisi fazla sanki beni sıktı. İşin kötüsü, kendi fikirlerimden çok onun fikirlerini önemsediğim için, aklıma yatmayan bir yorumda bulununca, “ya doğruysa?” diye sinirim bozuluyordu. Sonra anladım neden olduğunu, biz eğer daha az görüşen insanlar olsaydık, benim hakkımda her konuda yorum yapmaya cesaret edemeyecekti. Ya da, ben onun fikirlerini bu kadar önemsemeyecektim, ilişkimiz sağlıklı bir mesafede, yara almadan devam edecekti. Ama uzun süre fazla yakınlıkta olduk ve onun da haddini aşan yorumları beni yaraladı. Tabi bunda, kendisinin yakın bir arkadaşı ile aramızı yapmaya çalışması ve bunu batırmasının da payı var. Ona kızgın olmamın sebebi bütün bu süreç boyunca, beni ayarlamaya çalıştığı kişinin duygularından emin olmadan beni gaza getirecek laflar etmesi.

Geçen gün görüştüğümüzde, konuşacak ne az şeyimizin kaldığını anladım. Zaten konuşmaların çoğunu da kendisi yaptı. Hep kendisinden, bahsetti. Yakında kendisine çok para getirecek bir iş bulduğundan, arkadaş çevresinin ne kadar geniş olduğundan bahsetti durdu. Daha geçen gün yurt dışında okuduğumuz okulun Türkiye mezunlarının olduğu bir buluşma toplantısına gitmiş. “Orada da tikiler vardı, tam senin Bağdat Caddesi kızları işte. Güya bize çaktırmadan kendi aralarında anlaşıp, bizimle yemeğe gelmek yerine Bebek’e gittiler. Ben de çok meraklıydım sanki onlarla takılmaya”. E be adam, gelmişsin neredeyse otuzbeş yaşına. Bir iki tane tiki kız seninle takılmak istemedi diye mi onlarla dalga geçiyorsun?
Yanlış anlşılmasın, bu insanın bir sürü iyi özelliği de var. Sanırım onunla arkadaş olurken en hoşuma giden özelliği, herkesle iletişim kurma ve arkadaş olma kapasitesiydi. Oturması, kalkması ve konuşmaları biraz kaba olsa da, içtendi. İnsanların yaşı kaç olursa olsun iletişim kurabiliyordu. Benimle, kimsenin ilgilenmediği kadar ilgilenip,zor zamanlarımda hep yanımda oldu. Ama işte, bazen yanımızdaki insan ihtiyacımız olan kişi olmayabiliyor. O zamanlarda da bazen beni teselli etmeye kalkarken yanlış sözler söylediği de oldu. Ama bu bana iyi bir ders oldu, çünkü artık karşımdakinin dediklerini öncelikle kendi süzgecimden geçirip, ona göre değerlendirmeye karar verdim.
İşte böyle, sanırım anlatmak istediklerim vardı ve içimi boşalttım. Onunla ilişkimi kesecek miyim? Hayır. Ama keşke artık o da arkadaşlığımızın eskisi gibi olamayacağını anlayabilse..

10 Ekim 2011 Pazartesi

Half Nelson üzerine..

… Budizm felsefesindeki en önemli kavramlardan biri “değişmeyen tek şey değişimdir” anlayışıdır. Bununla birlikte, yıllardır duyduğumuz “insan yedisinde ne ise, yetmişinde de odur” sözü de var. Bu konu üzerine çok düşündüm.
İnsanların kendileri istemedikleri sürece veya koşullar çok zorlamadığı sürece değişmeleri kolay değil. Hayatımızda pek çok kere, kendimizi “asla yapmam” dediğimiz şeyleri yaparken bulsak da, koşullar bizi yirmi sene önceki halimizden farklı bir şekle soksa da, aslında herkesin özü aynı kalır. Herkesin karakterinin belli bir şekli var ve bunun değişmesi de bir yere kadar mümkün. En azından belli bir yaştan sonrasında bu böyledir. On yaşındaki bir çocuk ile, elli yaşında bir adamın değişme ihtimalleri aynı değildir. Bir tanesi hayatının başında, değişime ve etkilenmeye en açık çağlardan birindedir.
Okuduğum yazıların birinde, çocukluk dönemi, insan hayatındaki önemi açısından ıslak bir çimentoya benzetiliyordu. O çimento kuruduktan sonra üzerindeki izler de katılaşır, şekil vermek zorlaşır. Ama daha zor, daha zahmetlidir. Bir betona şekil vermek için nasıl onu kırmak gerekirse, onun gibi. Ya da bazen tam tersi, değişmek için önce acı çekmek gerekir. O acı, canına tak ettirene kadar, “yeter” dedirtene kadar.. İşte o yeter dedirten an, zaten karar anı, değişimin başlangıcıdır. Aslında bir tür aydınlanmadır.




Half Nelson filmi de zaten değişim üzerine kurulu. Evet aynı zamanda, bir adamın hayatı, öğrencisi ile ilişkisi, o öğrencisinin hayatı üzerine de kurulu ama filmden bana kalan en önemli şey "değişmek veya değişmemek" sorusu oldu. Filmi sevmemin sebebi, her şeyin göründüğü gibi olmadığını, bazen en sefil durumdaki insanın, başka bir insan için kahraman olabileceğini çok güzel anlatması.
***SPOILER***

Film, pek çok Amerikan filminde yer alan "Eskiden kötü durumdaydı, sonra hayatına biri girdi ve tamamen düzeldi. Mutlu son" formülüne bağlı kalmıyor ama gerçekci olayım derken seyredenleri baymamayı başarıyor. Ryan Gosling ve ona eşlik eden genç yetenek Shareeka Epps'in harika oyunculuğunun da filmi katkısı büyük. Neden blmiyorum ama film bir şekilde bana umut verdi.

9 Ekim 2011 Pazar

Çok tuhaf ama sanırım az önce harika bir şeyi farkettim. Bir film nasıl analiz edilir konulu bir makale okuyordum. Makale örnek olarak Wizard of Oz'u (Oz Büyücüsü) analiz ediyordu. Bana sinemayı sevdiren bu filmdeki önemli sahneleri okurken, filmdeki açık veya gizli anlamları bir başkasının gözünden keşfederken, filmi neden sevdiğimi bir kere daha anladım. Film, her şeyden önce harika bir hikaye üzerine kurulu. Büyümek, evden uzaklaşmayı istemek, sorunlardan önce kaçmak ve sonra onlarla yüzleşmeyi öğrenmek, her şeyin sonucunda da sahip olduklarının değerini farketmek, istediğin şeylerin aslında hep senin içinde olduğunu keşfetmek üzerine bir şey anlatıyor. Filmi bu kadar değerli kılan şey sadece kıyafetler, oyunculuk, şarkılar değil, hikayenin zenginliği. Çünkü hayatın ta kendisi gibi.

Hayat da zorluklarla, mücadelelerle doludur ama içindeki ayrıntılar, tesadüfler, aşılması gereken sorunların hepsi bir araya gelince, ortaya müthiş bir hikaye çıkar. Hayatın bir gün bitecek olması da zaten onu en değerli yapan şey değil mi? Evet, çoğu zaman sorunlara odaklanmaktan olayın bütününü göremiyoruz ama hayatın asıl güzelliği inişlerde ve çıkışlarda bence. Acaba bu engeli aşabilecek miyim?, acaba istediğimi elde edebilecek miyim?,gibi dertler olmasa hayat sıkıcı olmayacak mıydı?

Kim, her şeyin iyi başlayıp daha da iyiye gittiği bir karakterin hayatını film olarak izlemek ister? Bir filmi eğlenceli yapan şey, hikayesinin sürükleyiciliği, içindeki inişler, çıkışlar, aynı zamanda imgeler ve sembollerin bir araya gelince oluşturdukları değil midir? Belki de sinemayı bu kadar harika yapan şey, hayatı kesip biçerek önümüzde sunması. Kısıtlı zamanda bize bir hikaye anlatması. İşte hayatın kendisi de film gibi.
Böyle düşününce, “ O bana şunu dedi, çok kızdım”, “Evin kirasını ödeyebilecek miyim?”, “ Bak hala evlenemedim” gibi şeylerin hiçbir önemi kalmıyor. Hepsi, sonu nasıl biterse bitsin muhteşem bir hikayenin parçası.

Not:

Bu yazdıklarım bir anlık gaza gelişin ürünüdür. Bir dahaki yazımın bu kadar pozitif olmayacağını garanti edebilirim.