25 Eylül 2011 Pazar

Bir şarkı, iki anı

Daha küçük bir çocukken bile dinlediğim aşk şarkılarından ne kadar etkilendiğimi hatırlıyorum. Odamdaki kasetçalarda Sezen Aksu’nun “Git” şarkısını dinlerken “ ..ayrılığa daha hiç hazır değilim. Aramızda yaşanacak yarım kalan bir şeyler var.  Gitme dur daha şimdiden deliler gibi özledim!” derkenki haykırışında nasıl hissettiğimi hatırlıyorum. Daha ilkokula giden bir çocuk için fazla etkilenmiş olabilirim.
Aynı şekilde, İlhan İrem’in “Anlasana” şarkısını her dinleyişimde ağlamaklı olurum, yıllardır değişmedi. O şarkıyı ilk dinlerken nerede olduğumu hatırlamasam da onunla ilgili iki tane anım var. Baştan uyarayım, iki anıda da aşk acısı var, ama detaylara girmeyeceğim. Birincisi, 2007 yazında ve içinde karşılıksız bir aşk hikayesi olan bir anı. Hikaye karşılıksız aşk yaşayan baş kahraman kız ve kendisine, ondan hoşlandığını söyleyip sonra da piçlik yapan erkeğin hikayesidir. Berlin’de geçen tarafları da vardır. Ancak benim anlatacağım kısım, Berlin dönüşünde olanlarla ilgili. Hikayedeki enayi kız (ben), Berlin gezisi dönüşü babam ve kardeşim tarafından havaalanında karşlılanırım. Arabaya biner ve evin yolunu tutarız. Güya güzel geçen bir gezi dönüşü, mahkeme duvarı gibi bir suratla dönmeme nasıl tepki verdiler hatırlamıyorum bile. Ama bana, “nasıl geçti” diye sorduklarında verdiğim, hiç de inandırıcı olmayan “iyi” cevabından sonra daha fazla soru sormadılar.
Arabada giderken bana “Sana kötü bir haberimiz var” demezler mi? Zaten mutsuzum, bir tane daha kötü haberi çekecek durumda değildim. “Ne oldu? Sarı’yla mı ilgili?” deyiverdim. Bilenler bilir, Sarı benim  on iki yıllık kedimdi. Beraber geçirdiğimiz on iki yıl boyunca da, çekirdek ailemizin beşinci ferdiydi. Bu olay olduğunda kendisi hala hayattaydı ve babamla kardeşimin anlattığına göre, onlar yokken balkondan atlamış veya düşmüş olmalıydı. Bunu duyar duymaz hıçkırarak ağlamaya başladım. Hayatımda bu kadar hızlı ağlamaya başladığımı hatırlamıyorum. Normalde, ağlamaya başladığımda önce gözlerim dolar, boğazıma giren bir yumruk ve birkaç hıçkırıktan sonra kesilir. Yeterince üzgünsem kesilmez, ve hıçkırık, göz yaşı ikilisi tam gaz devam eder. Ama bu sefer üçüncü aşamadan başlamıştım ağlamaya.
Bu olaydan sonra, birkaç gün ölü gibi ortalıkta dolaştım. Depresyon beni etkisiz hale getirmişti. İlhan İrem’den Anlasana’yı dinleyip bol, bol ağladığımı hatırlıyorum. Bir hafta geçmeden Sarı ortaya çıktı. Bir akşam evde oturuken apartmanın kapıcısı Cemal kapıyı çaldı ve annem kapıyı açtı. Sonrasında annem ve kardeşimin beraber bahçeye indiklerini hatırlıyorum. Aklıma hemen Sarı ile ilgli olabileceği ihtimali geldi, ama heyecanlanamadım bile. Sonrasında hatırladığım, annemin elindeki batteniyenin içinde Sarı ile eve geldiği. Sarı hem zayıflamış, hem de kirlenmişti. Babamın şok geçirdiğini, sanki Sarı ölmüş de dirilmiş gibi tepki verdiğini hatırlıyorum. Bense, adam gibi sevinemediğimi bile farkedince, içinde bulunduğum durumun ciddiyetini kavradığımı hatırlıyorum. Yanlış anlaşılmasın, sürekli depresyona girip çıkan biri değilim, sanırım bu depresyonun sebebi daha çok şımarıklıktı. “Neden benim sevdiğim erkek beni sevmiyor?” şımarıklığı. Birinci dünya ülkesi sorunu gibi bir şey. Ama işte insanın güveni bu kadar zayıf olunca karşılıksız sevgi, terkedilme, başkasının sana tercih edilmesi dünyanın en kötü şeyi gibi geliyor. Zaten, o  kişinin bütün bunlara değmediğini, altı ay kadar sonra yaptığımız bir konuşmada anladım. Neyse, bunlara daha fazla girmeden ikinci hikayeye geçeceğim.
İlhan İrem ile ikinci aşk acısı kesişmesi ise, bir ay kadar önce bir takside oldu. Deniz ve sevgilisi Harun sabah saat 4’te Taksim’de geçirdiğimiz bir gecenin ardından kendimizi, Odakule’de bulduğumuz bir taksinin içine attık. Gece boyu beş farklı içki içtiğim için o kadar sarhoştum ki, o gece ile ilgili anılarım biraz bölük pörçük olabilir. Taksiye biner binmez, koltukta bağdaş kurarak oturacak kadar rahattım. Tam o sırada takside İlhan İrem çaldığını farkettim. Tam bunu Deniz'e söyleyip duygulanmaya başlayacaktım ki, Deniz’in dediği bir söz beni kendime getirdi: “ İçinde, “sazlıklardan havalanan ördek gibi sesin” lafı geçen bir şarkıda mı duygulanıyorsun?”. Dediğinin doğru olduğunu anlayınca büyü bozuldu, gülmeye başladım. Kendimi duygusal şarkılara verip üzülmenin sırası değildi. Zaten prensibimdir, birinden hoşlanırken veya aşk acısı çekerken aşk şarkıları dinlemem. Daha da gaza getirmesin diye. İşe yaradığından çok şüheliyim ama en azından yarama tuz basmış olmuyorum. O gece eve dönüşte bu cep telefonumu elime alıp, beni en son aradığı gün ve saate bakmama engel olmadı tabi. Bir an düşündüm onu arasam mı diye. Sarhoşluğuma sığınıp onu özlediğimi söylesem ertesi gün yırtar mıydım? Bazen ne kadar sarhoş olursan ol, bazı korkular (rezil olma korkusu) gitmiyor. Bu bazen çok güzel bir şey de olabilir.
Bugün Haruki Murakami’nin bir kitabında ( what I talk about when I talk about running ) güzel birkaç cümleye rastladım. Çevirisini yapmaya çalıştım ama türkçeye çevirince, ingilizcedeki anlamı bozuldu. O yüzden olduğu gibi buraya yazıyorum:
Pain is inevitable. Suffering is optional. Say you’re running and you start to think ’Man this hurts, I can’t take it anymore’. The hurt part is an unavoidable reality, but whether or not you can stand any more is up to the runner himself
Bu da bana, ve okuyan herkese hatırlatma olsun

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder