24 Ekim 2011 Pazartesi

Bencillikten utanmak

Son zamanlarda ne kadar bencil bir insana dönüştüğümü farkettim. Bütün zamanımı kendi kendime dert yaratarak, yararlı şeyler yapmaktan kaçınarak geçiriyorum. Kimseye bir yararım yok, her şey kendi eksenimde dönüyor. Kendimi çok fazla ciddiye alıyorum. Eskiden kendimi, bencil olmayan ve verici bir insan olarak düşünürdüm ama farkettim ki son zamanlarda yanımdaki insanların sorunlarına karşı duyarsızlaşmaya başladım. Hadi madem bencilsin bari kendine bir yararın olsun değil mi? Kendine değer vermek veya sevmek anlamında bir bencillik değil benimki, dünyada sadece kendisinin sorunları olduğunu zannetmek.

Bana zahmet veren hiçbir şeyi yapmak istemiyorum. İşsizlikten şikayet ediyorum ama ne iş bakasım var, ne de iş bulmak için kendimi geliştirmeye çabalıyorum. Evden çıkıp insanlarla tanışmaya çekiniyorum, sonra da yanlızlıktan şikayet ediyorum.. İstediği şey olmayınca ağlayıp zırlayan üç yaşındaki şımarık bir çocuktan farkım kalmadı.

Kendimden uzaklaşıp biraz başka şeylerle ilgilenmek için yardım derneklerinde çalışmak aklıma geldi ama ne bunun için ne yeterli enerjim var, ne de o insanlara bir şey verebilecek durumda olduğuma inanıyorum. Zor durumdaki insanlara yardım etmek için önce pozitif ve enerjik olmak lazım. Çekinerek, sıkılarak yapılacak şeyler değil bunlar.
Bu konuları kimseyle konuşmak istemiyorum, çünkü bir insanın kendisiyle bu kadar ilgili olmasını utanç verici buluyorum. Onun yerine sorunumu kendi içimde halletmek en iyisi sanki. Bazı şeyler sır olarak kalmalı.

20 Ekim 2011 Perşembe

friend break-up

İnsan ilişkileri ne kadar karmaşık şeyler, tabi arkadaşlıklar da öyle. Çoğunlukla kendimize benzeyen ve iyi anlaştığımız kişilerle arkadaş oluruz ama bazen onlar büyür, sen geriden gelirsin ve aranız açılır. Ya da ilişki bitme noktasına gelir, ya artık iki taraf da ilişkiden zevk almıyordur ya da bir taraf diğerine kazık atar. Şahsen şu ana kadar neredeyse hiçbir arkadaşımdan kavga edip veya kazık yediğim için ilişkimi bitirmedim ( İlkokuldaki kompolsif yalancı arkadaşım Ayşe dışında.) Arkadaşlıkların bitiş sebebi zamanla ve kendiliğinden oldu, ya buluşunca eskisi kadar zevk almamaya başladım veya paylaşacak şeylerimiz azaldı. Bu çoğunlukla iki taraflı olduğu için bir şekilde koptuk. Kavga etmekten iyidir bence.
Ancak ya karşı taraf hala arkadaş olduğunu zanneder de, sen artık ilişkiyi devam ettirmek istemezsen ne olacak? O seni arayınca telefonu açsan bir türlü, açmasan bir türlü.. Görüşmek istese nereye kadar bahane uydurabilirsin?

Geçen gün bir arkadaşımla sırf tribe girmesin diye buluştum. Kendisi ile yurt dışında yüksek lisans yaparken tanışmıştık ve o zamanlar çok fazla yalnız kaldığım ve sorunlarla tek başıma boğuştuğum bir dönemimdeydim. Bana kucak açtı ve dostum oldu. Yok denecek kadar ortak noktamız olmasına rağmen çok yakın arkadaş olduk, her gün görüşüyorduk. Öyle ki, bizi yakından tanımayan çoğu kişi sevgili zannediyordu. Ancak onunla geçirdiğim uzun zaman ve uzun sohbetler sonunda ikimiz de Türkiye’ye döndükten sonra nedense aklımda hep negatif şeyler kalmıştı. Bana yaptığı negatif yorumlar veya benimle ilgili söyledikleri arasından benim katılmadığım tespitler nedense birden batmaya başladı. İlişkimizdeki “usta-çekirge” hiyerarşisi fazla sanki beni sıktı. İşin kötüsü, kendi fikirlerimden çok onun fikirlerini önemsediğim için, aklıma yatmayan bir yorumda bulununca, “ya doğruysa?” diye sinirim bozuluyordu. Sonra anladım neden olduğunu, biz eğer daha az görüşen insanlar olsaydık, benim hakkımda her konuda yorum yapmaya cesaret edemeyecekti. Ya da, ben onun fikirlerini bu kadar önemsemeyecektim, ilişkimiz sağlıklı bir mesafede, yara almadan devam edecekti. Ama uzun süre fazla yakınlıkta olduk ve onun da haddini aşan yorumları beni yaraladı. Tabi bunda, kendisinin yakın bir arkadaşı ile aramızı yapmaya çalışması ve bunu batırmasının da payı var. Ona kızgın olmamın sebebi bütün bu süreç boyunca, beni ayarlamaya çalıştığı kişinin duygularından emin olmadan beni gaza getirecek laflar etmesi.

Geçen gün görüştüğümüzde, konuşacak ne az şeyimizin kaldığını anladım. Zaten konuşmaların çoğunu da kendisi yaptı. Hep kendisinden, bahsetti. Yakında kendisine çok para getirecek bir iş bulduğundan, arkadaş çevresinin ne kadar geniş olduğundan bahsetti durdu. Daha geçen gün yurt dışında okuduğumuz okulun Türkiye mezunlarının olduğu bir buluşma toplantısına gitmiş. “Orada da tikiler vardı, tam senin Bağdat Caddesi kızları işte. Güya bize çaktırmadan kendi aralarında anlaşıp, bizimle yemeğe gelmek yerine Bebek’e gittiler. Ben de çok meraklıydım sanki onlarla takılmaya”. E be adam, gelmişsin neredeyse otuzbeş yaşına. Bir iki tane tiki kız seninle takılmak istemedi diye mi onlarla dalga geçiyorsun?
Yanlış anlşılmasın, bu insanın bir sürü iyi özelliği de var. Sanırım onunla arkadaş olurken en hoşuma giden özelliği, herkesle iletişim kurma ve arkadaş olma kapasitesiydi. Oturması, kalkması ve konuşmaları biraz kaba olsa da, içtendi. İnsanların yaşı kaç olursa olsun iletişim kurabiliyordu. Benimle, kimsenin ilgilenmediği kadar ilgilenip,zor zamanlarımda hep yanımda oldu. Ama işte, bazen yanımızdaki insan ihtiyacımız olan kişi olmayabiliyor. O zamanlarda da bazen beni teselli etmeye kalkarken yanlış sözler söylediği de oldu. Ama bu bana iyi bir ders oldu, çünkü artık karşımdakinin dediklerini öncelikle kendi süzgecimden geçirip, ona göre değerlendirmeye karar verdim.
İşte böyle, sanırım anlatmak istediklerim vardı ve içimi boşalttım. Onunla ilişkimi kesecek miyim? Hayır. Ama keşke artık o da arkadaşlığımızın eskisi gibi olamayacağını anlayabilse..

10 Ekim 2011 Pazartesi

Half Nelson üzerine..

… Budizm felsefesindeki en önemli kavramlardan biri “değişmeyen tek şey değişimdir” anlayışıdır. Bununla birlikte, yıllardır duyduğumuz “insan yedisinde ne ise, yetmişinde de odur” sözü de var. Bu konu üzerine çok düşündüm.
İnsanların kendileri istemedikleri sürece veya koşullar çok zorlamadığı sürece değişmeleri kolay değil. Hayatımızda pek çok kere, kendimizi “asla yapmam” dediğimiz şeyleri yaparken bulsak da, koşullar bizi yirmi sene önceki halimizden farklı bir şekle soksa da, aslında herkesin özü aynı kalır. Herkesin karakterinin belli bir şekli var ve bunun değişmesi de bir yere kadar mümkün. En azından belli bir yaştan sonrasında bu böyledir. On yaşındaki bir çocuk ile, elli yaşında bir adamın değişme ihtimalleri aynı değildir. Bir tanesi hayatının başında, değişime ve etkilenmeye en açık çağlardan birindedir.
Okuduğum yazıların birinde, çocukluk dönemi, insan hayatındaki önemi açısından ıslak bir çimentoya benzetiliyordu. O çimento kuruduktan sonra üzerindeki izler de katılaşır, şekil vermek zorlaşır. Ama daha zor, daha zahmetlidir. Bir betona şekil vermek için nasıl onu kırmak gerekirse, onun gibi. Ya da bazen tam tersi, değişmek için önce acı çekmek gerekir. O acı, canına tak ettirene kadar, “yeter” dedirtene kadar.. İşte o yeter dedirten an, zaten karar anı, değişimin başlangıcıdır. Aslında bir tür aydınlanmadır.




Half Nelson filmi de zaten değişim üzerine kurulu. Evet aynı zamanda, bir adamın hayatı, öğrencisi ile ilişkisi, o öğrencisinin hayatı üzerine de kurulu ama filmden bana kalan en önemli şey "değişmek veya değişmemek" sorusu oldu. Filmi sevmemin sebebi, her şeyin göründüğü gibi olmadığını, bazen en sefil durumdaki insanın, başka bir insan için kahraman olabileceğini çok güzel anlatması.
***SPOILER***

Film, pek çok Amerikan filminde yer alan "Eskiden kötü durumdaydı, sonra hayatına biri girdi ve tamamen düzeldi. Mutlu son" formülüne bağlı kalmıyor ama gerçekci olayım derken seyredenleri baymamayı başarıyor. Ryan Gosling ve ona eşlik eden genç yetenek Shareeka Epps'in harika oyunculuğunun da filmi katkısı büyük. Neden blmiyorum ama film bir şekilde bana umut verdi.

9 Ekim 2011 Pazar

Çok tuhaf ama sanırım az önce harika bir şeyi farkettim. Bir film nasıl analiz edilir konulu bir makale okuyordum. Makale örnek olarak Wizard of Oz'u (Oz Büyücüsü) analiz ediyordu. Bana sinemayı sevdiren bu filmdeki önemli sahneleri okurken, filmdeki açık veya gizli anlamları bir başkasının gözünden keşfederken, filmi neden sevdiğimi bir kere daha anladım. Film, her şeyden önce harika bir hikaye üzerine kurulu. Büyümek, evden uzaklaşmayı istemek, sorunlardan önce kaçmak ve sonra onlarla yüzleşmeyi öğrenmek, her şeyin sonucunda da sahip olduklarının değerini farketmek, istediğin şeylerin aslında hep senin içinde olduğunu keşfetmek üzerine bir şey anlatıyor. Filmi bu kadar değerli kılan şey sadece kıyafetler, oyunculuk, şarkılar değil, hikayenin zenginliği. Çünkü hayatın ta kendisi gibi.

Hayat da zorluklarla, mücadelelerle doludur ama içindeki ayrıntılar, tesadüfler, aşılması gereken sorunların hepsi bir araya gelince, ortaya müthiş bir hikaye çıkar. Hayatın bir gün bitecek olması da zaten onu en değerli yapan şey değil mi? Evet, çoğu zaman sorunlara odaklanmaktan olayın bütününü göremiyoruz ama hayatın asıl güzelliği inişlerde ve çıkışlarda bence. Acaba bu engeli aşabilecek miyim?, acaba istediğimi elde edebilecek miyim?,gibi dertler olmasa hayat sıkıcı olmayacak mıydı?

Kim, her şeyin iyi başlayıp daha da iyiye gittiği bir karakterin hayatını film olarak izlemek ister? Bir filmi eğlenceli yapan şey, hikayesinin sürükleyiciliği, içindeki inişler, çıkışlar, aynı zamanda imgeler ve sembollerin bir araya gelince oluşturdukları değil midir? Belki de sinemayı bu kadar harika yapan şey, hayatı kesip biçerek önümüzde sunması. Kısıtlı zamanda bize bir hikaye anlatması. İşte hayatın kendisi de film gibi.
Böyle düşününce, “ O bana şunu dedi, çok kızdım”, “Evin kirasını ödeyebilecek miyim?”, “ Bak hala evlenemedim” gibi şeylerin hiçbir önemi kalmıyor. Hepsi, sonu nasıl biterse bitsin muhteşem bir hikayenin parçası.

Not:

Bu yazdıklarım bir anlık gaza gelişin ürünüdür. Bir dahaki yazımın bu kadar pozitif olmayacağını garanti edebilirim.

1 Ekim 2011 Cumartesi

warpaint- composure

Yetenekli olduğunuz kadar, güzelsiniz de..
Özellikle de sen, Jenny Lee Lindberg


dalalım melankolinin dibine

Birini unutmak mı kötü, unutmak zorunda kalmak mı daha kötü?
Unutmak zorunda bırakılıp unutamamak..
Beklenmedik zamanlarda karşına onu hatırlatan şeyler çıkması.. Üstelik tam da "Ben iyiyim ya, artık onu düşünmüyorum eskisi gibi" derken.
İşte bu ikincisi, hayatın sana kötü bir şakası gibidir. Hatta kötü bir şakadan da öte, yarana bıçak sokulması gibi..

Beraberken bir şeyler paylaşıp mutlu olduğun insanlardan gün gelip ayrılmak veya onları unutmak zorunda kalmak bana çok trajik geliyor. İlişkinin türü değişse bile hayatımda kalmaya devam etsinler istiyorum. N’olucak sanki, biri gider diğeri gelir? I-ıh, öyle olmuyor işte çünkü herkesin yeri ayrı. Bak Before Sunset’teki Celine ne demiş?

Hislerimi özetleyen bir başka şey:


Şimdilik bu kadar yeter, üstüne başka bir şey eklemeye gerek yok